Turuncu Dergi Ropörtaj

POSTNIŞIN MUSTAFA HOLAT BİR ÖMÜRLÜK GÖNÜL YOLCULUĞU

RÖPORTAJ: HALÎME TEZCAN TOSUN

Gönül” denilince, Hakk’ın nazargâhı akla gelir.”Yol” denilince, aşkla yürünen sırlı bir sefer uzanır hayale. Bizler, Turuncu Dergi ailesi olarak, bu nazargâhta muhabbetle oturan, o sırlı seferde rehber olmuş bir gönül eriyle, Mustafa Holat Hocaefendi ile buluştuk. Bu buluşma, sıradan bir röportajın çok ötesinde, bir gönül meclisi, bir sohbet-i cânân oldu.

Kendisi, beş kuşaktır süregelen bir mâneviyat silsilesinin müstesna bir halkası. Babası Hüseyin Holat vasıtasıyla, son Mesnevîhân Sıtkı Dede’nin nefesinden içtiği o ilk aşk şerbeti, onu, henüz on üç yaşında bir “çocuk” iken, “âşık” makamına yük­seltti. O günden bugüne, tam yetmiş yıldır, bu aşk ile yanıp, bu aşk ile yürüyor. Hz. Mevlânâ’nın “Şeb-i Arûs” diyerek vuslata erdiği o hakikati, “öl­meden evvel ölme” sırrını, her nefesinde yeniden yaşıyor ve yaşatıyor.

Bu müstesna sohbette, sadece semânın fizikî hareketlerini değil, her dönüşte nefsinden sıyrı­lıp Hakk’a yönelmenin inceliklerini dinleyeceksi­niz. Bir aile ocağında, bir lokma edeple başlayan terbiyenin, nasıl koca bir çınara dönüştüğünü ve bu çınarın gölgesinde, beş yaşındaki bir çocu­ğun dahi “aşk olsun” diyerek gönül diline nasıl vakıf olduğuna şahit olacaksınız.

Abdülbâki Gölpınarlı, Halil Can gibi her biri birer gönül sultanı olan zatların sohbet halka­larında, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmanın” ne demek olduğunu bizzat müşahede etmiş bir bilgenin dilinden, hakikî zenginliğin ne olduğu­nu işiteceksiniz.

Bu satırlar, modern dünyanın manevi çölün­de susamış gönüllere, pınarından çekilmiş ber­rak bir su mahiyetindedir. Gönlünüzü hazırlayın. Zira okuyacaklarınız, bir bilgi aktarımı değil; belki gönlünüze düşecek ve orada filizlenecek bir aşk tohumu, bir muhabbet çerağıdır. Buyurunuz, bu ulvî iklime…

1-Hz. Mevlânâ’nın vefat yıl dönümü­nü “Şeb-i Arus” yani “Düğün Gecesi” olarak adlandırıyoruz. Bu ‘kavuşma’ gecesinin, günlük hayatımızda bize hissettirmesi gereken en temel duygu ve düşünce sizce nedir?

Bir zat düşünün; bu zat, yaşarken binlerce kişinin imana ermesine vesile olmuş, birçok günahkârı günah bataklığından tutup çıkarmış, milyonlarca insana hak ve hakikati anlatmış, ay­rıca birçok eser telif etmiş ve yaşadığı devirden günümüze kadar milyonlarca insana rehberlik etmiş ve kıyamete kadar da etmeye devam edecektir.

Hayatta olduğu her an sırat-ı müstakim üzere olmuş, Allah’ın emir ve nehiylerini harfiyen uy­gulamış, onlara ubudiyetin nasıl olması gerekti­ğini her nefesinde bizatihi kendisi göstermiştir, işte Hz. Mevlâna böyle bir zattır. Yaşarken gön­lünü aşk ile doldurup Rabb’ine kavuşma anını vuslat bilip, vefat ettiği geceyi düğün gecesi ilan ediyor. Bu nasıl bir erlik, bu nasıl bir hasret! Biz modern dünyada “kavuş­mak” kelimesinden zahirî ve somut anlamlar anlar hale geldik, insanın sevdiği başka bir insana kavuşması ya da emelini kurduğu bir nesneye sahip olması kadar sıradan bir algı ile kısıtladık “vuslat” kelimesini. Ne kadar acı…

Şimdi gelelim Hz. Mevlâna’nın vuslatına… Bir insan öldüğü geceyi nasıl vuslat olarak görür, bunun heyecanı ve hasretini nasıl yaşar? Bir ömür mahbubu Hak olan Rabb’ine kulluk eden biri ancak böyle yaşar. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) bir hadis­lerinde şöyle buyuruyorlar: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.”Şimdi bu hadis-i şerifi Hz. Pîr’in irtihali ile bir­leştirelim. Ömrünü Hakk’a adamayan biri, Efendimizin bu hadisine göre nasıl böyle bir vuslat eyler?

Hadi farz edelim, bunu sadece kavlî, yani sözlü olarak dile getirdi. Aradan yüzlerce sene geçti; bu sözü, yani ölümü “şeb-i arus” gecesi olarak addetmesi, sanki dün söylenmiş gibi güncelliğini korumakta. Hâlâ insanlar o zatın sözlerinden, özellikle Hakk’a vuslatından etkilenip İslâm’a dair oluyorlar. Yani, aradan yüzyıllar geçmesine rağmen insanları Hakk’a erdiren bir ulu zatın vuslatını merak ediyorsanız ya da onun “şeb-i arus” olarak isimlendirdiği kavuşma anının bize ne anlattığını soruyorsanız, hiç şüphesiz bunun cevabı yine o ulu zattadır. Onun ömrünü nasıl geçirdi­ğini, kalbini Hakk’a nasıl bağladığını iyice anlamamız lazım ki, onun vus­lat olarak zikrettiği ölümünü bizler de idrak edebilelim ve bu şekilde yaşamaya gayret edelim.

2-13 yaşında izlediğiniz bir törenden sonra içinizde doğan “Ben de Semâ ede­ceğim!” arzusu, hayatınızın merkezine nasıl yerleşti? O ilk ‘aşk’ kıvılcımı, zamanla içinizde nasıl bir alev oldu?

Aslında 13 yaşından daha erken bir vakitti ilk izlediğim. Sema izleme­ye giderken de açıkçası böyle bir şey yaşayabileceğimi ya da hissedeceği­mi hiçbir şekilde düşünmüyordum. Tabii o zamanlar daha çocuktum. Aslında hayatımda aile harici ilk tasavvuf terbiyesini de o program­da almıştım. Mukabele sırasında yayılmış bir vaziyette otururken, seyircilerden kâmil bir amcanın beni uyarması ile birlikte, o mukabele be­nim için sıradan bir etkinlik olmaktan çıkmaya başlamıştı. O yaşlı kâmil amca bana dedi ki; “Oğlum, bu bir ayin, Mevlevî mukabelesi; burada Al­lah’ı zikrediyorlar, Peygamber Efendimiz’e medh-ü senada bulunuyorlar. O yüzden bizim de onları dinlerken ve izlerken edepli bir şekilde oturup dinlememiz ve izlememiz lazım.” Şeklinde beni uyarması ile başlayan bir kıvılcım, semazenlerin hırkalarını çıkartıp beyaz kıyafetler içerisinde sema etmeye başlaması ile birlikte, o ateş içimde iyice harlandı. Aslında daha önce de kendi evimizde baba­mın ihvanının sema ettiğini görmüş­tüm ama bu mukabele esnasında yaşadığım hissiyat çok farklıydı, içimden bir ses bana sürekli, “Senin de burada olman lazım, bu meyda­na girmen lazım, bu canların yanın­da can olman lazım!” diyerek beni harekete geçiriyordu. O an içimdeki koşarak meydana atlamak arzusunu nasıl zapt ettim bilemiyorum.

Daha sonra o mukabelenin etkisiyle babama, “Ben de semazen olmak istiyorum” dememle birlikte başlayan süreç beni bugüne kadar getirdi. Aradan neredeyse 70 yıl geçti ama içimde hâlâ o ilk günkü kıvılcım, ilk günkü heyecan var mı diye soracak olursanız, inanın eksiği yok, fazlası var. O ilk kıvılcım, aradan geçen 70 yıl içerisinde büyük bir yangına döndü. Bugün de hâlâ o şevk ile, o aşk ile Hazreti Pîr’in yoluna hizmet etmeye gayret ediyoruz, in­şallah son nefesimize kadar da böyle devam eder.

3-Babanız Hüseyin Holat, son Mesnevîhan Sıtkı Dede’nin talebesiydi. Evinizde soluduğunuz o Mevlevi âdabı, bir çocuğun kalbin­de nasıl bir sevgi ve saygı tohumu ekiyor? Bu terbiye, sizin baba olmanıza nasıl yansıdı?

Şimdi benim torunumun oğlu var, benim adaşım. Henüz beş yaşına girmedi. Bazen annesi babası getiriyorlar Mukabele’ye. O da bizi izliyor, eve gidiyoruz, başlıyor evde ilahi söyleyerek sema etmeye. Lok­ma ediyoruz, “Hadi Holat dede, Hu duası yap!” diye bana sesleniyor. Ne bu “Hu duası”? Sofradan kalkarken Mevlevîlerin okuduğu Gülbank’ı kastediyor. Bana evden çıkarken diyor ki: “Holat dede, aşk olsun, gecen nur olsun…” Bunu bir çocuğa anlatarak öğretebilir misiniz yahut o çocuk sizden bu hareketleri göre­rek mi öğrenir? Evet, torunumun çocuğu bu. 75 sene önce ben de aynı onun gibiydim. Babamdan, Sıtkı Dede Efendi’nin ihvanından, adâb ve erkân görmüş büyük zatlardan çok etkileniyordum. Etkilenmek ne kelime, onlara hayran kalıyordum… işte o edep, böyle bir edeptir.

Sıtkı Dede Efendi göçeli nere­deyse bir asır oldu. Bakın, “bir asır” diyorum, üç beş yıl değil. Bizler Sıtkı Dede’yi görenlerden gördük o edebi. Günümüze göre arada neredeyse 150 senelik bir köprü var. İşte bu sevgi tohumu, bu edep tohumu, 150 sene önce ekiliyor ve bugün hâlâ koca bir çınar olup, yine o ağacın dalında çiçek açıyor. Belki şimdi bu beş yaşındaki çocuk da bir 75 sene sonra, yine bizim şu anki olduğumuz pozisyonda olacak ve kendinden sonra gelen birçok nesle köprü olacak. Bu 150 senelik köprü, 300 senelik olacak, işte bu tohum, edep ve sevgi tohumudur; bir çınar gibi asırlar boyu canlı kalır.

4-Semâ, sadece bir tören mi, yoksa bir aile ocağında başlayan ve tüm hayata ya­ydan bir gönül terbiyesi mi? Bu disiplin, bir ailenin gün­lük yaşamına ve ilişkilerine nasıl bir incelik katıyor?

Aslında bu sorunun cevabını önceki üç sorumuzda peyderpey verdik diye düşünüyorum. Bu salt bir tören olsa, aradan onlarca yıl geç­mesine rağmen etkisi devam eder miydi? Daha demin beş yaşındaki bir çocuktan bahsettik; bu çocuğun gönlünde bu terbiye yer etmeseydi şayet, bu hal üzere olabilir miydi?

Sıtkı Dede ile başlayan bir terbiye süreci… Babam Sıtkı Dede’den bu terbiyeyi alıyor, biz ondan alıyoruz, çocuklarımız bizleri görüyorlar, torunlarımız bizim evlatlarımızı gö­rüyorlar, en son nesilde ise hepsini birlikte görüyor. Tam beş kuşaktır devam eden bir terbiye silsilesi. Tabii bu Sıtkı Dede’den itibaren aldığımız bir süreç; öncesinde de en az bir bu kadar farklı meşrep ve yollardan alınan bir edep de var. Bu edep, aile efradı arasında birbirine temessük etmezse, böyle nesiller boyu devam edebilir miydi?

5-Bir gence Semâ öğretir­ken, aslında ona hayatı ve insanları nasıl ‘sevgiyle dönerek’ seyretmeyi öğre­tiyorsunuz? Bu eğitim, bir insanın karakterinde nasıl bir ‘iyilik’ ve olgunluk inşa ediyor?

Aslında salt sema öğretmek, işin en kolay yanı. Kişinin semanın haliyle ahlâklanması, Hazreti Pîr’in yolunu tatbik etmesi, edep ve erkânı öğrenmesi; oturma kalkma âdabın­dan, yeme içmesine, diğer insanlarla olan ilişkisine kadar, kısacası sosyal hayatıyla ilgili bütün edebi, bu sema meşki sırasında öğrenmesi gerekir. Sema talebesine -ki biz ona “Cân” diyoruz- bu terbiyeyi, sema meşki süresince alması şarttır. Aksi halde bu, yola çok büyük bir ihanet olur.

Aksi halini 20-25 yıldır görüyoruz. Sema edilemeyecek ne kadar yer varsa, bazıları çıkıp oralarda gayri ahlaki bir pozisyonda dönüyorlar, dönüyorlar ve bunu bir de Hazreti Pîr’in seması diye avaz avaz bağı­rıyorlar. Böyle bir eğitim ve terbiye süzgecinden geçmeyen kişiler böyle yapıyorlar.

Mevlevî usulü ve terbiyesine göre bu işi tatbik eden Cân ise, sema etmenin mahiyetini ve şuurunu bilerek, hissederek uygulamaya ça­lışıyor. Dolayısıyla meydan terbiyesi görmüş kişiyle görmemiş kimsenin durumunu, herhangi bir insan gündelik hayatında bile çok rahat bir şekilde fark edebilir. Meydan terbiye­si görmüş insan; kelamıyla, insanlara muamelesiyle, oturup kalkmasıyla muhakkak surette diğer insanlara güzel bir örnek olur. Karakteri ve kişi­liği kemâl seviyesine doğru seyreder. Başta Efendimiz’in, sonra Hazreti Pîr’in ve diğer büyük zatların ahlâkı ile ablaklanır; kısacası insan olur.

6-Konya Şeker Fabrikası’ndaki çalışma yıllarınızda, Abdülbâki Gölpınarlı, Halil Can gibi isimlerle sohbet etme imkânınız oldu. Gün­delik iş hayatı ile bu deruni sohbetlerin bir arada yürü­mesi, size ne öğretti?

Elhamdülillah, o kadar güzel insanlarla tanıştım, o kadar güzel insanlarla sohbet ettim ki, bunun güzelliğini anlatamam. Sizin zik­rettiğiniz isimler ve buna birçok ekleyebileceğim isim var ama genel olarak güzel insanlardan gördüğüm şey şu oldu; bu insanlar her yerde ve her zaman güzeller, iyiler, hoşlar. Yani sadece belirli bir mecliste, belirli bir zaman diliminde ya da iş güç sırasında bir sanat icra ederken iyi ve güzel değiller; bu insanların kendileri güzel, o yüzden yaptıkları işler de güzel oluyor.

Tasavvufta bir ilkedir: Allah’ın ah­lakı ile ahlaklanmak. Yahu, nasıl olur bir kulun Allah’ın ahlakı ile ahlaklan­ması? İşte böyle olur. Allah güzeldir, her şeyi de güzel ve dengeli ya­ratmıştır. Kul, bu güzelliğini kirlet­memek, daha da patlatmak üzere vazifelidir. Allah’ın emirlerini yerine getiren bir kişi, gönlü Allah muhab­beti ile dolu olan bir kişi, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanır. Bu kadar basit, işte bu güzel insanların sohbetinde bulunmak da insana güzellikten başka bir şey katmaz.

7-Hz. Mevlâna’nın yolunda 50 yılı aşkın süredir, aynı aşk ve hizmetle yürüyorsu­nuz. Bu uzun ve bereketli yolculukta, içinizdeki ‘hiz­met aşkını’ her daim taze ve canlı tutan sır nedir?

Elhamdülillah, bu yolda 70 sene­yi devirdik. Daha önce de belirttiğim gibi, içimizdeki bu şevk hiç eksilme­di; bilakis artarak devam etti. Bu süre zarfında neler gördük, neler geçirdik; sabaha kadar anlatsak yine bitmez.

İçimizdeki bu hizmet aşkı nasıl daim kalıyor diye sual ediyorsunuz. Yolun sahibine bakıyoruz, yolun büyüklerine bakıyoruz, bu yolun güzelliğini görüyoruz, bu yolda yeti­şen nesillerin güzelliğini görüyoruz, yolun kendi güzelliğini görüyoruz. Bu güzelliği görünce, hizmet etmek gözümüze bir lütuf ve ikramdan başka bir şey olarak gözükmüyor. Hazreti Pîr, son nefesine kadar nasıl aşk ile bu yolu bizlere açtıysa, bize düşen de gayret ve azim ile bu güzel yola hizmet etmektir.

8-Günümüzün telaşlı dünyasında insanlar ma­nevi bir susuzluk çekiyor. Mevlâna’nın mesajları ve Semâ, bu modern insanın yorgun kalbine nasıl bir şifa ve iyilik sunabilir?

Modern dünyada insanlar sürekli bir yere yetişme telaşı içerisinde, bir şeye sahip olma arzusunda. Bakıyoruz; yetişebiliyorlar mı, elde edebiliyorlar mı? Yetişseler de mutlu olabiliyorlar mı? En iyi ihtimalle % 1 kesim belki… Ama bu tarafa bakı­yoruz; gönlü Allah aşkıyla dolmuş, bu yolun muhabbeti ile ahlaklanmış, başta Hazreti Pîr olmak üzere yolun birçok büyüğünü rehber edinmiş, onların uyandırdığı çerağ ile yolunu bulmuş kimselere bakıyoruz; her an mutlular. Belki birçoğunun bir göz evi var, belki o da yok; belki atı arabası yok, dünyalık bir malı yok, ama onlardaki mutluluk, modern dünyadaki insanların sahip oldukları şeylerde de yok.

Şu an belki milyonlarca insan vardır, sayısız mala mülke sahip olan ve arzu ettiği bir şeyi anında elde edebilen. Şimdi telefonu eline alıyorsun, bir tık ile saniyeler içerisin­de istediğin şey birkaç dakika sonra karşına geliyor. Ama bu insanlarda, yüzyıllardır tekkelerde, tek göz hücrelerde çile çıkaran, tuvalet te­mizleyen, bahçe süpüren kişilerdeki mutluluktan eser yok. Şimdi soruyo­rum size, kim daha çok şeye sahip? Mevlevî âsitânesi hücresinde çile çıkaran ve orada yaşayan Mehmet Dede Efendi mi, yoksa Kârûn kadar zengin olup da oğlunun hastalığı­na şifa bulamayan falanca kişi mi? Hangisi hakiki mânâda zengin ve hangisi yokluk içerisinde? Hangisi bu dünyadan göçerken mutlu olarak göçüyor, hangisi bir nefes daha fazla alabilmek için servetler harcıyor?

İşte Hz. Mevlâna ve onun gibi bir­çok büyük zat; hayatıyla, yaşantısıyla, eseriyle, hatta ölümüyle bu hakiki mutluluğun kaynağını insanlara gösteriyorlar, öğretiyorlar.

10- İçinde manevi bir arayış ve iyilik yapma arzusu hisseden bir genç, bu uzun yolda ilk adımını nereden ve nasıl atmalı? Ona ne tavsiye edersiniz?

Eskilerin çok güzel bir söz var, bana arkadaşını söyle sana kim oldu­ğunu söyleyeyim diye. Hazreti Pîr’in de buna benzer bir sözü var; “gül bahçesinde olan gül kokar”. Öncelikle halis bir niyet üzere olmak gerek. Sonrasında iyi, güzel insanlarla arka­daşlık etmek, onlarla birlikte olmak gerek. Güzel insanların açtığı yolda ilerlemek gerek. Hazreti Mevlânâ gibi, Hacı Bayram Velî gibi, Hacı Bektâşî Velî gibi, Şaban Velî hazretleri gibi, Anadolu’da milyonlarca insanın iyilik ve güzelliği bulmasına vesile olmuş zatlara yolundan gitmese bile, o zat­ları tanımak gerek, öğrenmek gerek. Bu büyük zatlardan, aldıkları ilham ile gençlik enerjini birleştirip, hakiki dert ile dertlenmeleri gerek. Sanal olan, gelir geçerli olan şeylerin peşinde değil de, hakiki ve yitip gitmeyecek güzelliklerin peşinden gitmek gerek. Zaten halis bir niyet ile bu şekilde yola çıkan kişiyi yolda koymazlar, bir gün muhakkak hakiki bir sancağın altında o kişiyi İslam’a hadim eylerler.

Aralık 2025