Postnişin Mustafa HOLAT’a
‘’Teslimiyet ateşi serin ve selametli eyler’’
Şeyhinin adı her geçtiğinde yaptığı gibi kafasını öne doğru eğdi ve ardından gelen salavat-ı şerifi duyunca elini göğsünün üstüne doğru götürdü, kafasıyla beraber tüm bedenini eğdi ve Pir’in yolunda giden tüm müritler gibi ağır aksak tekrarladı.
‘’Allahümme salli ala
Seyidina…..
Muhammedddd……’’
Sesi tamamen duyulmaz hale geldi.
Teslimiyet timsali müridin Hakka yürüyüş yolculuğunun başladığı o gencecik yaşında evinde zikir halkalarının içinde kendinden geçerek kendini bulan koca koca adamların yanında gönlüne düşen aşk ateşinin peşinden sürükledi ömrünü.
‘’Gönül ebedidir’’
Şeyhin kapısında duran ariflerden gencecik yaşında işittiği bu söz muhabbet-i ilahinin gerçek ve bitimsiz olduğunu anlamasını sağladı. Allah ‘ın gölgeleri vardı ve bu gölgelerin yol göstericiliğinde ancak güneş bulunabilirdi.
Bildi, anladı, hayalinin gölgesinden kurtulup ariflerin gölgesine sığındı. Genç dervişin sırları vardı, sonra hayalleri, ve sonra hakikatleri.
Sırları baki kaldı genç dervişin,
Hayalleri rüyalarını süsledi,
Hakikatleri. Hakikatleri hakikat eşiğindekilerden öğrendi yıllarca. Ömür denen bu viraneyi imar eden hakikatin izinde bi ömürdü onunkisi…
‘’Çark’’ etmeye başladığı yıllarda Hamidiye Mahallesi’nde İnce Minare’de sabahın ilk ışıklarını karşıladı. Cemaatte rahmet vardı elbet.
Bazı geceler Saliha Anne’nin şefkatiyle yorgun bedenini dinlendirirken, bazı geceler Sıtkı Dede’nin manevi müridi babasının onun ağzıyla söylediği mısraları dinleyerek geçirdi.
Bu kapıya bir kez vardınız mı, Allah sizin kapıyı aralamanıza yardımcı oluyordu işte. Kapı önünde duruyor, heyecan kalbini besliyordu. Bu sesler buralara ait değildi, bunu biliyordu genç derviş. Çark alıştırmaları yaparken ‘’destur’’ alma zamanının gediğini görüyor; edeple, şevkle meydana inmeye düşlüyordu.
Sema tennuresinin bedeniyle buluştuğu an, belki de hizmet tennuresinden soyunmuş olmayı düşledi. Hücre çilesinde geçen on sekiz gün sonrasında resm hırkasının giyildiği zamanlar öyle çok da gerilerde sayılmazdı hani.
Muhiblerin sema elbiselerini, hizmet elbiselerini, tennurelerini, Destegüllerini, dışarı hırkalarını özenle sakladıkları zamanlar , onlar sanıldığı kadar gerilerde değildi.
Kafesi destarlı Mevlevi sikkesini başında taşıyan şeyhlerin, halifelerin, seyidlerin, ariflerin zamanı.
Diline gelen, gönlüne değen sözlerden bir gül destesi yaptı, derinlerde bi yere ekti onları biliyordu ki ekilen muhabbet tohumlarıydı.
Şimdi ‘’görüşme’’ zamanıydı.
Sikkesini eline aldı, kenarını dudaklarıyla buluşturdu. Yıllar boyunca öperek başına koyduğu sikkesini, yine öperek başına koyuyor ve tam kırk altı yıldır tekrarladığı bu hareketi ilk günkü heyecanla yapıyordu.
İlk görüşme/ ilk sema neyse,
Bu görüşme/ bu sema da oydu.
Yedi yüz yıllık geleneğin içinde, o dairenin ortasında serili kırmızı posta doğru uzanan hattı istiva boyunca, tevazu ve vakarıyla yürüyor ve postun yanına gelince niyaz halinde başını eğiyordu.
Semazenlerin eşliğinde niyaz bitince yavaşça posta ayak basıyor ve oturuyordu. Kendinden geçme, kendini bulma denilen neyse tam da onu yaşıyordu. Kendini terk ediyor ve kendini buluyordu.
O posta oturunca secdeye, Allah’la bir olunan, yalnız onunla olunan tek yere varıyor ve yeri öpüyordu.
‘’Ya Hazret-i Mevlana Mevlana
Hak dost…….’’
Kimbilir kaç kez dinlemişti naathanı, ardından gelen ney taksimine kaç kez eşlik etmişti sessizce… Ama o da ne son zamanlarda çok yorulmuş olan kalbi, çoktan ritm tutmaya başlamıştı bile. Semahanede yankılanan ney sesi kalbinin atışına karışıyor adeta yerinden fırlayacakmış gibi hızla ve iştiyakla zikrediyordu.
Ney sesi yankılandı semahanede, giderek şiddetlense de sonra birden durdu. Kısa ve kesik kudüm sesi geldi ardından ve hep beraber yeri öptüler. Bu sesle gelen birlik, bu vahdet, bu birliktelik,
ahirete taşınsın diye içinden geçirdi.
Neyin şikayetini, neyin ateşini, neyin zehrini, neyin tiryakını unuttu birden. Postun birkaç adım önüne çıktı ve başını eğdi.
/Her şey döner,
Her şey aslına döner./
Aslını arayan dervişler, Pir’in yolunda devr-i veledi’yi, birinci selamı tamamladıklarında artık dünyadan tamamen soyunmalı, maddi, dünyevi tüm ilgilerinden arındıklarını göstermeliydiler.
Artık semazenlerin hırkalarından arındıklarını, beyazlar içinde dönmeye başladıklarını izliyor ve içinden gelen sesi haykırıyordu:
‘’Sadece O vardır ve hiçbir şey yoktur O’ndan başka.’’
Hem zaten dünyanın tüm zerreleri raks etmiyor muydu? Hepsi de noksandan yetkinliğe yönelmiyor muydu.
İkinci selam…
Üçüncü selam…
Dördüncü selam…
Sonrasını hatırlamıyordu yine, varlığını bu yola vereli, kendinden geçeli hal içinde hal, zaman içinde zaman açılıyordu nicedir. Hem her görünen söylenir miydi? Anlatılmaz yaşanır denen şey de zaten bu değil miydi?
Semanın, ayinin sona erişini anlayamadan su gibi akan zamanla birlikte Kur’an sesiyle irkildi.
‘’ Sadakullahu’l azim vel-hamdu lillahu Rabbi’l alemin’’
El fatiha dedi, tüm kuvvetiyle.
Secde etti yeri öptü ve kafasını kaldırıp ayağa kalktığında çoktan gülbanka başlamıştı.
‘’İnayet-i Yezdan, himmet-i merdan, ber ma hazır ve nazır bad, Kulub-ı aşıkan….
Sır sahiplerinin efendisi kimdi, mutluluk bahşeden, tüm canların kararı olan, kimdi. Onun sırlarına yüreğini hazırlayan, bu sırları veren, bu sırları gönle fısıldayan kimdi…
ALLAH dedi, elbet ALLAH….
Devam etti, devam etti içinden Allah, dışından HU dedi.
İki adım öne doğru adım attı, ayaklarını mühürledi, semazenbaşına bakıp yüksek sesle ‘’ Esselamu’n aleyküm’’ dedi.
Semahane bu sesle yankılandı.
Ve aleykumu’s selam ve rahmetullahi ve berakatihi
Ve aleykumu’s selam ve rahmetulla….
Ve aleykumu’s se………
Ve aleyku…..
Geriye dönüp bakmadı, geriye dönüp bakılmazdı zaten, geriye çevirseydi kafasını belki yorgun bir işçiyi iştiyakla sema edip kendinden geçerken görecekti. Ya da oğlunun dokuz on yaşlarında, mavi tennuresiyle yanında ‘’Allah’’ diye diye döndüğünü görecekti. Sonra torununu aynı yaşlarda tennuresinin eteklerini tutan meleklerle birlikte görecekti belki. Belki sema eden dervişlerin arasına karışan yenilerini görecekti. Elini uzatsa, ayağına takat gelse ileriye geçecekti sanki. Yıllar sonra sema meydanında raks eden zikreden dervişleri görecekti. Gönüllere akan muhabbet akışını görecekti.
Durdu, kalbini yokladı.
Doğum ve ölüm arasında, arada geçen ömür semahanenin giriş kapısında mırıldandığı ‘’ Besmele’’ ile, çıkarken eklediği ‘’Elhamdürillah’’ arasında değil miydi?
Bakalım daha kaç kez doğacak ve kaç kez batacaktı aşk meydanında. Ve ömrü daha kaç güzellik saklayacaktı.
Sır dedi, eğildi. Kalbine döndü.
Kalbine eğilmek, kalbine dönmek
Aslonan bu değil miydi?
Bildi, eğildi.
Sessizleşti.
Mırıldandı.
Pir’in diliyle söyledi.
‘’ Dönüşlerimiz sona erdi ve sırlarımız olgunluğa erişti. Allah hakikate ulaştırdı.’’
ELHAMDÜRİLLAH
YA ALLAH
ELHAMDÜRİLLAH
YA ALLAH
HU…..
Muhsine Arzu – Teslimiyet.com